Ender Şiar Argın
Suriye İç Savaşı’ndan sonraki birkaç yıl, yani göçmenlerin “misafirliğinin” uzamadığı itidal ortamı Türkiye’yi diğer Avrupa ülkelerinden ayırmıştı. Çünkü AB ülkeleri o sırada dikenli teller, sınır duvarları, elektronik kelepçeler ve toplama kampları gibi insanlık-dışı uygulamalardan çözüm devşiriyordu. Ancak biz bir itidal ülkesi olmadığımız için bu “huzur ortamı” pek uzun ömürlü olmadı. 2018’de başlayan kriz ve göçmenlerin kalıcı olduğunun alışveriş merkezleri ve plajlar gibi kimi kamusal ortamlarda daha fazla görülmesiyle ibre tersine döndü. Üstelik neoliberalizm refah vaat ettiği yoksul sınıflara ödettiği ağır bedellerin sonuçlarını (terk edilmişlik, öfke, hayal kırıklığı vb.) dünya çapında aşırı sağ ve milliyetçiliğin restorasyonuyla soğurmanın kilidini de açmıştı. “Batılılaşma” sırası bizdeydi ve ülkenin büyük sorunlarına gerçekçi çözümler üretemeyen kimi siyasi parti, figür ve organizasyonların sorumsuz kışkırtmalarıyla kucağımızda Gordion düğümüne dönen bir göç gündemi kaldı.
Göçmen nüfusu hızlı büyüyen bir ülkede kimi kaygıların, rahatsızlıkların bekleme salonundan çıkarılması elbette doğaldır. Hele o ülke ekonomik sorunların, gelecek kaygısının, toplumsal bir yıkım manzarasının derinleştiği bir ortamda kendini büyük sermayeye hizmet etmeye adamış bir iktidar tarafından yönetiliyorsa düzensiz göçten, iktidarın göç politikalarından, muhatap alınmamaktan, sınır güvenliğinden vb. rahatsızlık duymak daha da doğaldır.
Ancak son yıllarda toplumun geniş katmanlarını dahil edecek bir yaygınlıkta ve kitlesellikte açığa çıkan göçmen/sığınmacı düşmanlığı, bu kadar serinkanlı bir hissiyatla taraftar toplamıyor.
Son dönemde bu düşmanlık, nefret ve ayrımcılık diliyle beslenen bir kanaldan daha fazla sızma fırsatı buluyor. Göç sorununun dünyanın hiçbir ülkesinde olmadığı kadar büyümesine dair çok daha basit, gündelik kaygılar duyan milyonlarla tepkisel bir hınç ve nefreti körükleyen itirazlar birbirine giriyor. Kimin “aslında” neyi söylediği önemsizleşiyor.
Özellikle sosyal medyadan yayılan ırkçı söylemler giderek yaygın bir şekilde dolaşıma giriyor. Önceki haftalarda Kayseri’deki pogrom girişimi ve Merih Demiral’ın bozkurt işareti gündemlerinde örneğini deneyimlediğimiz milliyetçi katarsis anları, bütün ülkeyi esir alıyor.
Ülkedeki neredeyse tüm toplumsal sorunlar, toplumun yersiz-yurtsuzlaştırılmış en zayıf ve savunmasız katmanlarına ihale ediliyor, sığınmacıların gönderilmesiyle ülkedeki sorunların çözüleceği hükmü neredeyse bir toplum sözleşmesi haline geliyor. Açlık sınırıyla rekabet eden ücretlerin, kuşa dönmüş sosyal güvencelerin, yok edilen kamusal hakların, yoksullaştırılmış bir yurttaşlık mefhumunun hesabını neredeyse esas sorumlulardan çok en alttakilere çıkarmanın cazibesi, çok daha fazla alıcı buluyor. Yıpratılmış, resmi bir titrden ibaret kalmış TC vatandaşlığı, vatandaşlık hakkı bile olmayan milyonlarca göçmen üzerinde kılıç gibi sallanıyor.
Ateş etmeden önce nişan alın
“Göçmen düşmanlığı”, siyasi haritamızın bu yeni popüler motifi, neredeyse en büyük uzlaşma zemini, aynı zamanda sinsice yükselen yeni milliyetçiliğin de sıfır noktası oluyor. Çünkü bu yeni milliyetçilik, “güvenlik” ve “kültür” gibi söylemlerle önce göçmen düşmanlığını, ardından da bir tür kültürel milliyetçiliği kuşanıyor. Modası geçmiş biyolojik ırkçılık gözden düştüğü için örneğin Suriyelilerin kültürüne, yaşam tarzına, “taciz” gibi alışkanlıklarına vb. dayanan düşmanlık genellikle de “ırkçı değilim ama…” gibi açıklamalarla başlıyor. Bu yeni kültürel milliyetçilik tarzı (bu bir “tarz” meselesi aynı zamanda), biyolojik ırkçılığın uncool olması nedeniyle çok daha meşru, “dozunda” bir milliyetçilikmiş gibi sahneye sürülüyor.
Ancak milliyetçilik bir “soğukkanlılık” evrenidir ve bu evren bir kere girildiğinde oldukça bereketlidir.
Savunmasız bir nüfusu insanlık denen ortak paydanın dışına iterek düzlenen yol, bir çırpıda aynı ülkede yaşadığı Kürtlere sarı torba gösteren saldırgan bir inkarcılığa ya da ırkçı katliamlarla simgeleşen Türkçü milliyetçiliğin bozkurt işaretinin “milli birliğin simgesi” olarak yutturulmasına varıyor. Irkçı ya da milliyetçi olmadığını varsayan zararsız göçmen düşmanlığı, hızlıca egemen milliyetçi söylemi yeniden üreten bir trendin parçası oluyor. “Ben onu söylemeye çalışmadım” demek için yeterli zaman kalmıyor.
Kayseri’de de gördüğümüz üzere “ırkçı değilim ama…” ile başlayan cümleler, niyetinden, hissiyatından bağımsız eski Ülkü Ocakları başkanını vurduran bir siyasi karanlığın, mahalle çetelerinin organize ettiği ırkçı, milliyetçi bir kalkışmaya, yoksul bir göçmen mahallesinde yüzlerce ailenin tedirginlikle evlerinin yakılmasını beklediği korkunç bir provokasyona su taşıyabiliyor.
“Mancınık” ve “Zafer Turizm” goygoyuyla yükselen Ümit Özdağ’ı malum Kayseri gecesi “bu sorunu insani biçimde çözmeliyiz” demeye zorlayan yalancı rasyonellik, bir gün hepimizin talihsizliği olabilir. O zaman bazı şeyler için çok geç kalmış olabiliriz. Oysa elinden birer birer alınmış yurttaşlık haklarını geri isteyen, geleceğinin çalınmasına karşı tutum almak isteyen herkes önce taşı kime atacağını belirlemeli.
Açlık sınırının altındaki ücretlerine “düşük değil” denerek dalga geçilen milyonlar, uzun mesai saatleriyle baygınlık geçirene kadar çalıştırılanlar, borç yükünü kovalamak dışındaki tüm işlevleri kaybettirilenler, baskı-mobbing-taciz vb. her türlü baskı mekanizmasının esareti altında hayatta kalmaya çalışanlar, sağlıksız-dayanıksız evlerinin olası depremde mezarı olmasını bekleyenler… Bütün yaşamı nefes alma düzeyine eşitlenen yoksullar…
Toplumun büyük çoğunluğu, Türkiye’nin uluslararası sermaye için sömürü cennetine çevrilmesiyle zaten her gün göçmenlerle aynı kıyameti yaşıyor. Çünkü ülkemizde sessiz bir göçmen istilası değil, hiç de sessiz olmayan, fazla gürültülü, yıkıcı ve dizginsiz bir “sermaye istilası” vardır. Hayatımızın tüm gözenekleri, tüm çıkış yollarımız, hayallerimizin tüm sahneleri bir avuç istilacı tarafından esir alınmıştır. Dünyanın hiçbir yerinde olmadığı gibi Türkiye’de de toplumsal eşitsizliğin, gelir dağılımı adaletsizliğinin, yoksulluğun ve işsizliğin sebebi göçmenler değil, bu istilacılardır.
Örneğin geçtiğimiz günlerde patron örgütlerinden Kocaeli Sanayi Odası’nın başkanı Ayhan Zeytinoğlu’nun “misafir işçilere ihtiyacımız var” açıklamasını ve bu açıklama üzerine Gözde Meydan’ın göçmen işçilerle yaptığı haberi hatırlayalım. İnşaat, otomotiv gibi sektörlerde kayıt-dışı çalıştırılan Suriyeli ve Afgan işçiler hem göçmen işçilerin Kocaeli sanayisi açısından nasıl bir boşluğu doldurduğunu, hem de patronların göçmen nüfusuna duyduğu bu “istilacı”ihtiyacı gösteriyor.
“Sığınmacı istemiyorum” demenin dayanılmaz hafifliği
“Ülkemde sığınmacı istemiyorum” gibi basit, zahmetsiz ve bedelsiz şablonlarla ifade edilen edilgen bir düşmanlığın çözebileceği herhangi bir göç sorunu yoktur. Bir çözümü talep etmek, “istemiyorum” demekten fazlasını gerektirir. Ancak iktidarın düzensiz göçü teşvik eden, Suriye’deki savaşa odun taşıyan, belgeli savaş suçları olan cihatçı çeteleri finanse eden politikalarına karşı itiraz etmenin bir çözüm yolu açması çok daha muhtemeldir.
Suriyelilerin doğruluğu 10 yıldır kanıtlanamayan “ayrıcalıklarına” itiraz ederek zaman kaybetmek yerine bal gibi gerçeklere, Türkiye kapitalizminin ihtiyaçları uğruna milyonlarca göçmenin kayıtdışı çalışmasını gerektiren sermaye birikim stratejisine itiraz etmek çok daha akılcıdır. Suriye’nin kuzeyinde hastane ve konut ihalelerini kapan Kolin’i, prefabrik kampların ihalesine çöken DorçePrefabrik’i, Batman’daki rafinerisini Deyrizor’dan getirilen IŞİD petrolüyle dolduran Koç’u, Suriyeliler gitmesin diye kıvranan patronları ve büyük sermayenin paylaşım mücadeleleri ve göç sorunundaki rolünü dikkate almadan “sığınmacı sorunu çözülsün” demenin bir temenniden öteye gitmesi mümkün değildir.
“Çözüm istiyoruz” diye yakıtı fulleyip “otobüse bindirip göndereceğiz” diyen bir politikacının peşinden gitmek bu devirde alınacak en ütopik pozisyonlardan biridir. Ancak gönüllü ve insani bir geri dönüş için Suriye topraklarından Türkiye’nin çekilmesini, Suriye yönetimiyle anlaşmanın geri dönüş için kaçınılmaz olduğunu, Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi parayla tuttuğu bir göçmen deposu haline getirdiği Geri Kabul Anlaşması’nın iptal edilmesini, emperyalist savaşlar ve işbirlikçi hükümetlerce yerlerinden edilmiş milyonlarca insanın hepsinin dönmesinin mümkün olmadığını bilerek kapsamlı bir göç ve entegrasyon politikasını savunmak gibi pozisyonlar çok daha gerçekçidir.
Bunlar göçmen düşmanlığı gibi bir genel teamülden çok daha zahmetli yollardır. Ancak çözüm isteyen her kimse ellerini biraz kirletmeye hazır olmalıdır.
“Demografimiz bozuluyor” bu zahmetsiz politik tutumun en başat argümanlarından biridir. Aslında bu bir politik tutum değildir, bir mızmızlanma, bir kuruntudur. Çünkü kültür, sınıf-güç ilişkilerince inşa edilmiş, uydurulmuş bir şeydir. Yani muhayyeldir. Herhangi bir toplumun belli kültürel değerler (sözgelimi misafirperverlik, merhamet vb.) üzerinde tartışmasız bir tekele sahip olduğu da yoktur. Belli başlı toplumları belli başlı değerlerle anmak ile bunu kanıtlamaya çalışmak arasında ciddi farklar vardır. Bir Türk’ün temiz giyinmeye ve duş almaya yatkın olduğunu iddia etmek, bir Arap’ın uyuşturucu kullanmaya meyyal olduğunu iddia etmek kadar saçmadır. Bir Suriyelinin genetik olarak oto teybi hırsızlığına yatkınlığı ne kadarsa bir ABD taşralısının da o kadardır.
“Demografimiz bozulmasın” diyecekseniz, örneğin Suriyelilerin suça, çaresizliğe, rövanşizme ya da ırkçılığa itilmesine, çeteleşme ve uyuşturucu kıskacında getto demografisine hapsedilmesine itiraz etmelisiniz. Çünkü bir Suriyeli aile de dünyanın tüm aileleri gibi çocuklarının geleceği için hemen hemen aynı şeyleri ister.
*Bu yazı ilk olarak vesaire.org’ da yayınlanmıştır.